BİZ KADERİN MAHKUMU MUYUZ?
Bu bilgiler ,insanların sık sık kullandığı “kader mahkumu” konusunda da bir açıklama olur. Çünkü,”kader mahkumu” deyimi ile(haşa) Allah ve kader suölanıyor. Adeta insanlar masummuş da ,kader onlara zulmediyormuş gibi görüş ifade edilmek isteniyor. Bu tamamen,kader konusunu bilmemekten ve insanların kendi iradeleriyle işledikleri suçu kadere yıkıp kurtulmak istemelerinden kaynaklanıyor. Buradaki anlaşılmayan püf nokta şudur;
Cenab-ı Hak,doğumumuzdan ölümümüze kadar
neleri tercih edeceğimizi,neleri isteyeceğimizi ve nasıl yaşama arzusu içinde
olacağımızı ve irademizi nasıl kullanacağımızı,ezeli ilmiyle daha doğmadan
önce biliyor ve bu isteklerimize göre Cenab-ı Hak kaderimizi önceden planlayıp
oluşturuyor. Bundan dolayı(haşa) allah ve kaderi suçlama hakkımız yoktur.
Ancak yanlış kullandığımız irademize suç bulabiliriz.
Mehmetin yeni bir şey bulmuş gibi gözleri bir
anda parladı:
Gerçekten harika hocam dedi.bu ayrıntı hep atlanıyor,btün
mesuliyet kadere yükleniyor. Evet ,demek insanın tercihini Allah önceden
bildiği için yazıyor. Dolasıyla insanı bir yöne mecburen yönlendirmiyor.
Mehmet çok iyi anlıyordu. En karışık konuları
bile,küçük bir izahla yeterince kavrayabiliyordu. Mehmet konunun temelini
kavradığı için,detaylı izahlara gerek kalmamıştı.
Kader değişir mi? Diye ,konuyla ilgili son bir
soru sordu.
Bir iş yaparken aniden o işi bırakıp başka bir
iş yapmaya başlayarak “işte kaderimi değiştirdim” diyenleri çok gördüm.
Her defasında güldüm ve dedim ki: sen kaderi değil yaptığın işi değiştiriyosun.
Sen kader okyanusunda yüzen bir gemi gibisin. Rotanı ne yana çevirirsen çevir,yine
de okyanusun içindesin. Yazı yazan adam,türkü söylemeye başlarsa kader değişmez.
Bununla şunu anlarız ki,onun kaderinde önce yazı yazmak ,sonra da işte
kaderimi değiştiriyorum deyip türkü söylemek varmış. Fiiller başkalaşır
ama kader değişmez. Bir ağacı gösteren aynanın yeri değişmekle ağacın
da yeri değişmez”
Mehmet çok samimi bir ses tonuyla:
Çok güzel bir açıklama oldu ,diyerek hizlerini
ifade etti.
Sorulan sorular,cevaplarını buldukça mehmetin yüz
ifadelerinde belli bir rahatlama görülüyordu. Sohbet başındaki o tedirgin
ve zaman zaman da o gergin hali hissedilir bir sakinliğe dönüşmekteydi. Gözlerinde
tatlılaşan pırıltılar ve dudaklarına yayılan anlamlı tebessüm ,ruhunda
kopan fırtınanın dinmeye başladığını gösteren işaretlerdi.
Uzayan sohbetin havasında mehmeti sıkmamak için:
Mehmet ben vakit çok ilerlemeden yatsı namazını
kılayım, sen de eğer istersen yine bir balkon safası yap dedim.
Ne demek istediğimi anlayınca:
Hocam sohbet bizi öylesine kendisine çekti
ki,sigara aklıma bile gelmiyor diye bir itirafta bulundu.
Ben namaz için kalktım. Mehmet de balkona çıktı.
Bu şekilde bir ara vermiş olmamız,mehmete dinlediği cevapları,sakin kafayla
kendi kendine değerlendirme imkanı verebilirdi.
Seccadenin başına geçip ,kendi başıma kalınca
,ne kadar bir heyecan ve sevinç içinde olduğumu anladım. Sanki çok zor bir
görev başlıyor gibi bir his vardı içimde...
Namaz sonunda ellerimi Rabbime açtığımda,tek
istediğim Düzceli Mehmet in
hidayete ermesiydi. Bunu ne kadar istiyordum. Dualarımı ve isteğimi
Cenab-ı Hakka sunarken mani olamadığım gözyaşlarım çeneme doğru
sızıyordu. Bütün ruhumla ve bütün benliğimle Rabbime iltica ederek yalvarıyordum.
Biliyordum ki,Cenab-ı Hak,samimane dilekleri geri çevirmeyecek kadar merhamet
ve kerem sahibiydi.
Odaya döndüğümde,mehmet gözlerini bir meçhule
dikmiş,
Kafasında dolaşan binlerce düşünceyi sıraya
koymaya uğraşıyordu. Belki de kalbinde esen fırtınanın etkisiyle boğuşuyordu.
Bir hesaplaşma içinde bulunduğu açıktı.
Benim
içeri girdiğimi görünce toparlandı. Yeniden karşı karşıya oturduk.
Mehmet hiç ara vermeden bıraktığı yerden devam
etti:
İnsan ruhuyla ilgili ne dersiniz hocam? Ruhla
ilgili birçok yorumlar okudum. Hepsi de birbirini tutmaz ve farklı şeylerdi.
Ruh denilen şey nedir?
Bu çok samimi içten ve merak dolu soruyu
cevaplamaya çalıştım.
Kainatı ve kainatın içindeki muhteşem düzeni
yaratan insanı da dünyaya gönderen Cenab-ı Hakk,her insan için de bir ruh
yaratmıştır.
Kainatta görülen mahluklar vardır,bir de görülmeyen
mahluklar vardır. Görülmeyen mahluklardan birisi de insan ruhlarıdır.
Ruh,zatında hayat ve şuur sahibidir. Bedene
inmeden önce ruhlar aleminde bekler. Ceset giydikten sonra her fiilini
bedeniyle yapar. Dünyadaki ömrü boyunca bedene mahkumdur. Ölüm anında
beden hapsinden kurtulur,fakat bütün bütün çıplak kalmaz. Misali bir ceset
veya latif bir kılıf giyer. Beden bir nevi onun evidir. Öldükten sonra hiçbir
vasıtaya ihtiyaç duymaksızın,görür,işitir,anlar ,bilir ve hisseder. Kıyamete
kadar berzah aleminde bekler. Bu bekleme döneminde ya cennet saadetine benzer
bir saadetle yaşar ya da kabir azabı çeker. Berzah ya da kabir hadis-i şerifin
ifadesiyle “ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarında
bir çukurdur. Kıyameti mütakiben mahşerde yeniden yaratılan bedenine döner
,dünyada yaptıkları için büyük o büyük mahkemede hesap verir.
Düzceli mehmet konunun yönünü değiştirerek,çok
çok önemsediğini davranışlarıyla belli ettiği bir soru daha sordu:
“Niçin her müslüman kendi dilinde değil
de,Arapça ibadet ediyor? Allah her dili işitir,her kulun yalvarışını anlıyorsa
neden Arap dilinde ibadete zorlanıyoruz? Bu konuda terslik yok mu?
Bu soru da son günlerde,yeniden gündeme gelerek sık
sık soruluyordu. Bu soruyu soranların bir kısmı,konunun özünü
bilmeyenlerdi ve öğrenmek niyetinde soruyorlardı. Ancak büyük bir kısmı
da ,daha çok İslam a olan antipatilerini belirtmek için zihinleri bulandırmak
amacıyla soranlardı. Mehmet ise birinci şıkkı temsil edenlerdendi.
Bu soruya da cevap vermeye çalıştım:
Malumdur ki,müslümanlar namazlarında Kuran-ı
Kerim in bazı parçalarını okumakla mükelleftirler. Müslümanların ana
dili ve vatanı ne olursa olsun,bu usul,Hz.Peygamber zamanından beri değişmemiştir.
İlk bakışta müminin kendi konuştuğu ve anladığı
bir dilde ibadet etmesi gayet doğal bir durum olması gerektiği akla geliyor.
Ancak ,konu derinliğine incelendiğinde ,bilinmesi gereken önemli ayrıntıların
olduu da görülüyor.
Herşeyden önce dua ile namaz arasında açık bir
ayrım yapmak icabeder. Namaz dışındaki duada müminin ihtiyaclarını ve
dileklerini Rabbine istediği dilde bildirmesi yasak değildir. Bu şahsi bir
meseledir ve kulun Halik i ile olan vasıtasız münasebetleri ile ilgilidir.
Buna mükabil namaz kollektif umumi bir ibadettir ve namaza iştirak eden diğer
müminlerin ihtiyaçları da dikkate alınmalıdır. Namaz prensip olarak ve
tercihen cemaatla kılınır;tek başına ferdi olarak kılınan namaza müsaade
vardır fakat asla tercih edilmez,tercih cemaatla kılınan namazdır.
Şayet İslamiyet herhangi bir bölgenin ,ırkın ,milletin
dini olsaydı,şüphesiz bu bölgenin ,bu ırkın veya bu milletin dili kullanılabilirdi.
Fakat,bütün ırklardan ve dünyanın değişik
noktalarında oturan ve herbiri diğerleri tarafından anlaşılmayan yüzlerce
dili konuşan müminlere sahip,cihanşümul bir dinin icapları başka olacaktır.
Çince bilmeyen bir Türkün Çin e gittiğini ve sokaklarda çing çang çung a
benzer sesler işittiğini farz edelim. Aşikardır ki o hiçbir şey
anlamayacaktır ve şayet bu sözler ezanın ,Allahü Ekber
in tercümesi ise,hiçbir şeyin farkına varamayacak ve mesela Cuma
namazını kaçıracaktır. (Çin deki camiler Türkiye deki minareleri ile
kendini belli eden camilere hiç benzemez). Aynı şekilde türkiye den geçen
bir Çinli müslümanın Türkiye deki müslümanlar kendi dilleriyle ibadet
ettikleri takdirde,dindaşlarıyla ortak hiçbir tarafı olmayacaktır. Şu
halde cihanşümul bir dinin bazı müşterek esasları olmalıdır. Bu mevzuda
ezan ve kıraat şüphesiz iki esas unsuru teşkil eder.
Misal olarak beynelmilel kongre ve toplantıları
zikeredebiliriz. Mesela,birleşmiş milletlerde herkes kendi lisanı değil ,fakat
fransızca,ingilizce gibi müsaade edilne dilleri kullanır. Ummun menfaati için
hususi menfaat feda edilir.
Meselenin daha az mühim olmayan diğer bir cephesi
vardır;hiçbir tercüme asla orjinalinin yerini tutamaz.Kuran-ı Kerim in yüzden
fazla Türkçe tercümesi vardır ve her gün bunlara bir yenisi katılmaktadır.
Bu da yeni alimlerin,eskilerin tercümelerini yetersiz bulduklarını gösterir.
Bütün diller için ve bir dilden diğer dile tercüme edilen herhangi bir eser
için bu durum sözkonusudur. Şu halde kifayetsiz bir şey mi,yoksa hatasız
orijinal mi kullanılmalıdır?
Burada şu noktayı bilhassa açığa kavuşturalım
ki,İslam dan başka hiçbir din,peygamberine gönderilen vahyin orjinaline
sahip değildir. Bugün hristiyanların,yahudilerin,mecusilerin sahip olduğu
dini kitaplar;tercümeler ,toplamalar,vs dir.Müslümanların vahyin
orjinaline ,Kuran-ı Kerim e sahip bulunmaları,kendileri için ne büyük
şansdır.
Şunu da unutmayalım ki,namazda kullanılacak pek
az kelime vardır. Önce ezan sonra kamet ,sonra Allahü Ekber ,Sübhane
rabbiyel azim,Sübhane rabbiyel ala gibi ifadeler. Fatiha suresi ve iki kısa
sure vardır. Hepsi bir sahifeyi dahi aşmaz. Ve bu kelimelerin ekseriyeti
herkesçe bilinir,bütün müslümanların dillerine geçmiştir. O derece ki,
çocuk veya yeni başlayan biri onların manasını zahmetsiz ve büyük bir
gayret sarf etmeden öğrenir. Bu ifadelerin manası bir defa öğrenilince atrık
itiraza yer kalmaz.
Son olarak,namazda Kuran-ı Kerim in tercümesinin
okunamasının caiz olduğunu ileri sürmek için İmam-ı Azam Ebu Hanife nin
fetvasına ,st,nat ettiklerini söyleyen yazarları ele alalım. Bu yazarlar niçin
hakikati tam olarak ifadeden kaçınıyorlar?
İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri başlangıçta
bu kanaatte olmasına rağmen ,zamanla fikrini
değişmiş
tirmiş-Hidaye ve Dürul Muhtar bu hususu açıkça kaydediyorlar- ve normal
hallerde sadece Arapça metin okunmasına cevaz veren umumi kanaate iştirak
etmiştir. Bediüzzaman Said Nursi nin görüşleri bu yöndedir.
Mehmet in diğer bir sorusu da,yine sık sık gündeme
getirilen bir başka konuyla ilgiliydi.
Madem herşey Kuran da olduğuna göre,mezhep
imamlarına ve diğer İslam alimlerine ne ihtiyacımız var? Diyordu.
Bu sorular asırlar boyu sorulmuştu ve sorulmaya
da devam etmeliydi. Bu soruya da cevap vermeye çalıştım.
Bizler ,Allah ın şu kainat kitabında kudret
kalemiyle yazdığı eserlerinden kendi aklımızla çok az şeyler anlayabildiğimiz
gibi,Kuran-ı Kerim okumakla veya ayetlerinin muhtasar manalarına nazar etmekle
de çok az şey anlayabiliyoruz.
Kainat kitabını muhtelif yönleriyle ders veren
fen alimleri ve kaşifler olduğu gibi,elbette ki,Kuran-ı Kerim i de bizlere
ders verecek alimler ve müçtehidler olacaktır.
Ami bir insan güneşi bir elma kadar zannerken,bir
astronomi alimi o güneşin bu dünyadan
bir milyon defadan ziyade büyük olduğunu görebilmektedir.
Yine okuma yazma bilmeyen bir adam kanı kırmızı
bir su olarak görürken bir doktor o kan içindeki milyonlarca akyuvar ve
alyuvara nazar edebilmektedir.
Bir insan bir nehre baktığında sudan başka bir
şey görmezken,bir elektirk mühendisi o nehrin arkasında elektrik cereyanını
görebilmektedir.
Botanik ilminden habersiz olan bir kimse bir
bitkinin yüzüne dışardan bakarken ,o fende terakki etmiş bir zat
bitkilerden gizli olan birçok hazineleri ortaya çıkarmakta ve eczacı ise
onlardan ilaç yapmaktadır. Şimdi bir adam eczaneden ilaç almayıp madem ki bütün
ilaçlar çeşitli bitkilerden yapılıyor o halde bu ilaçları bir eczacıya
başvurup almak yerine bunların kaynağından istifade edeceğim diye dağlara
çıkıp ot toplasa ve onları ilaç diye yese ne derece divanelik etmiş olur.
İşte Kuran-ı Kerimin her bir ayetinde ne derece
büyük nurlar,ne gibi eczalar ve nasıl ince manalar bulunduğunu ve her bir
ayetin ne kadar azim ve büyük olduğunu anlayabilmemiz için elbette ki onun mütehassısı,eczacısı
ve mühendisi olan zatların ilimlerinden faydalanmamız gerekiyor. Aksi
haldeine kadar sathi nazarla bakacağımız ve ne derece cahil olacağımız
yukardaki misallerden anlaşılmaktadır.
Mehmet bir müddet sustu. Dinlediklerini bir kez
daha hafızasında değerlendiriyor gibi bir hal içindeydi.
Konuyu değiştirip siyasi bazı hususlara temas
etmek istedi. Ben de konuyu açılmadan kapatmak için:
Siyaseti pek sevmem ve ilgilenmem dedim. Beni daha
çok insanların eğitim ahlak karakter ve inanç yapıları ilgilendirir.
Bugün insanların en muhtaç oldukları konu
siyaset değil,doğruluk,dürüstlük ve hoşgörüdür. Bu da imanla ve Allah
korkusuyla mümkündür. Beni daha çok işin bu yanı alakadar etmektedir. Çünkü
insan düzelince herşey düzelecektir. İnsanın düzelmesi de siyasetle değil
imanla mümkündür.
Bu kısa girişi fırsat bilen mehmet başka bir
soru daha sordu:
Peki bir toplumun düzelmesi insanın yetişmesine
ve düzelmesine bağlıysa ,bu çok uzun bir yol olmaz mı?yani bir insan ancak
otuz yılda yetişir,eğitimini alır ve olgunlaşır. Bir toplumu düzeltmek için
otuz yıl mı beklenecektir? Toplumu yönetenlerin değiştirilmesi ve daha ehil
insanların getirilmesi daha kısa bir yol değil mi?
Mehmet çok önemli bir soru sormuştu. Toplumun
huzuru ve saadeti için ortaya çıkıp,acelecilik ve yanlış metotları yüzünden
toplumun ne kadar sıkıntılar çektiği,yüzlerce örnekle bilindiği halde
hala işin siyaset ,darbe ve bir baskınla ,yönetim kademesini değiştirip,topluma
daha iyi yön vermek fikrinde olanlar vardı. Bu çok tehlikeli ve zararlıydı.
Bu soruya özenle cevap vermeye çalıştım.
Maalesef bazı heyecanlı ve eksik metotlara sahip
bazı insanlar,bu yolun çok uzun olduğunu iddia ederek,bedenin ancak baş değiştirmek
suretiyle tedavi edilebilceğini ileri sürmektedirler. Halbuki bu kimseler,başı
değiştirelim derken gövdeyi de ölüme itmektedirler.
Başla gövde arasındaki münasebet,idareci kadro
ile idare edilen zümre arasında da mevcuttur. Başta bir bozukluk varsa onun
tedavisi de tedricen yani doğal şartları içinde basamak basamak olacaktır.
Bu asırda iman eksikliğinden dolayı,kainattaki
mutlak hikmeti anlayamamak,kader ve cüzi ihtiyari münasebetlerini bilmemek
gibi sebeplerden dolayı insanlarda birçok itikat hastalıkları doğmuş
bulunmaktadır. Bir kimsede bu hastalıklarla ilgili işaretler görüldüğünde
yapılacak şey,acelecilik edip,insana ve onun davranışlarına hücum etmek
yerine,hastalığın kaynağını keşfedip ,onu tedavi edici hususlar üzerinde
durmak lazımdır.
İtikadı sarsılmış,imanı bozulmuş,davranışlarında
kendisine ve topluma karşı zararlar oluşmuş bir kimseye ,hücum edip,onu döverek,hapse
atarak ve hatta öldürerek bu zararları ortadan kaldırmak mümkün değildir.
O insanı ,uzun bir yol da olsa,sabırla ıslah etmek gerekecektir.
İnsanlar ıslah edilince ,toplum da devlet de ve
onu yönetenler de ıslah edilmiş olacaklardır. Bu uzun yolu ,sabırla takip
etmek lazımdır.
Vurarak,yıkarak,darbeyle veya siyasi entrikalarla
insan ve toplum düzelmez. Daha çok karışır. Her şeyin başı insanı ve
insan dünyasındaki olumsuz ve zararlı düşüncelerden kurtarmak,ona kim ve
neci olduğunu,nereden gelip nereye gittiğini ve gayesini hatırlatmaktır. Bu
da Allah a ve ahirete imanla mümkün olur.
Vakit bir hayli ilerlemişti.